Yaşanan afet sırasında o bölgede yer almıyor oluşumuz travmanın izlerini taşımayacağımız anlamına gelmiyor. Çünkü ortak yıkımlardan doğan acı, yaşanan travmayı da kolektif kılıyor. İzlediğimiz görüntüler, okuduğumuz detaylar, şahit olduğumuz hikayeler yaşam deneyimlerimizi yeniden şekillendiriyor, bakış açımızın yönünü değiştiriyor.
Doğrudan olmasa da dolaylı yoldan bu acıdan hepimiz payımızı aldık. Rahat yatağımızda ve sıcacık evimizde uyurken kimi zaman kendimizi suçlu hissettik. Hayatını kaybeden kızının ceketine sarılıp acıdan haykıran babanın feryadını izlediğimizde çaresizlik hissettik.
Deprem bölgesindeki insanlara yardım etmek isterken yetersizlik duygusu sardı tüm benliğimizi. Enkaz altındaki kızının elini bırakmayan babanın görüntüsü göz pınarlarımızı kuruttu. Utandık tüm yaşanılanlardan. Binlerce evin yıkılıp on binlerce insanın ölümüne neden olanlara karşı öfkelendik, yağmacılara sinirlendik, bölgeye ulaşan kıyafetlerin depremzedelerin üzerine atılmasına delirdik. Birçok duyguyu aynı anda yaşadık. Bu duygularla birlikte herkesi, her şeyi, olanı, bitini sorguladık.
Bilinçsiz haber muhabirlerini, bazı kullanıcıların sosyal medyada şuursuzca yayınladığı videoları, yapılan yardımların kutuplaştırılıp eleştirilmesini, Fransız karikatürist Charlie Hebdo’nun depremin olduğu gün paylaştığı karikatürü, alana zamanında müdahale edilememesini, geç kalınmışlığı ve yanındaki binanın dış duvarına dayandırılarak yapılmış o binayı gördüğümüzde insanlığımızı sorguladık.
Umudu da yaşadık, mucizeyi de
13 yaşındaki çocuğun 55 saat sonra elinde muhabbet kuşu ile birlikte enkazdan çıkarılması, 5 yaşındaki Hazal’ın ilk müdahalede “yok daha muayene olmadım” diyerek su içmemesi, Alman arama kurtarma ekibi görevlisinin öğrendiği Türkçe kelimelerle enkaz altındaki depremzedeye seslenmesi, 15 yaşındaki Ayfer’in enkaz altından çıkarılırken Zeynep Bastık’ın şarkısını açmalarını istemesi buruk bir gülümseme yaratmadı mı hepimizde?
Yıkılan Antakya Ziraat Bankası duvarında sapasağlam duran Atatürk Portresi bizlere umut ve cesaret vermedi mi?
Antakya’da 228. saatte anne ve 2 çocuğunu kurtaran ve “önceden kömür çıkarıyorduk şimdi can kurtarıyoruz. Çok başka bir duygu. Kedisi, köpeği, insanı fark etmez, can candır. Aramaya devam edeceğiz” diyen madenci içimizi ısıtmadı mı?
Kendisine verilen ekmeği enkazın altında kalan sahibine götürmeye çalışan köpeği, arama kurtarma ekiplerine yol gösteren ve bu sayede 3 kişinin enkazdan çıkarılmasını sağlayan kediyi, kurtarıcılara dağ köyünün yolunu gösteren köpeği, enkazın altında kalan sahibini bırakmayarak oradan ayrılmayan köpeği, arama kurtarma ekipleriyle gelen ve onlarca insanı kurtaran ve yorgunluktan can veren köpekleri bağrımıza basmadık mı?
7 Şubat sabahından beri artık hiçbirimiz eski biz değiliz.
Memleketimiz üzgün, insanımız kederli. İnsan hayatının değeri olmayan bir ülkede yaşıyoruz, evet. Tedbirsiz, geri kalmış, kaderci, boşvermiş bir düzende ite kaka ilerliyoruz belki ama hepimiz biliyoruz ki buradan çok daha güçlü çıkacağız. Ne zaman çıkmadık ki?
Kumbarasındaki tüm parayı depremzedelere gönderen çocuklarımız olduğu sürece biz küllerimizden her defasında yeniden dirileceğiz. Üzerindeki ceketini, elleriyle yaptığı bir kavanoz zeytinini deprem bölgesine göndermek için çırpınan ninelerimizi gördükçe hatırlıyoruz Kurtuluş Savaşı destanımızı. Evlerini açan insanların, yardım toplayan gönüllerin, sahadaki kurtarma ekiplerinin, az çok demeden parasını gönderen insanların, nefret edilen ve uyutulması istenen hayvanların iyiliği sarıyor bu memleketin yaralarını.
Acılarımız nasıl ki ortaksa, sevgimiz de kolektifte öyle çok hissediliyor. Bu yüzden birbirimize gösterdiğimiz şefkat ve sevgi şifa olacak bu memlekete. Sende ne varsa bende de o var. Bende ne varsa sende de o var çünkü bizler, İlahi yaratıcının ruh parçalarıyız. Bir bütünün muhteşem parçalarıyız. Yeter ki insanlığımızı hatırlayalım ve ruhumuzdaki iyiliğe sarılalım
Bu kıyamet yeni bir uyanış olsun hepimiz için.
Uyan!