Hak, Hukuk, Adalet

Yazar :

Prof. Dr. Ataç Sönmez yazdı:

“Maalesef son zamanlarda yargı kararlarının üzerine siyasetin gölgesinin düştüğü şeklinde bir izlenim kamu vicdanını yaralamaktadır. Bu da göz bebeğimiz gibi korumamız gereken demokratik hukuk devleti ilkesini zedelemektedir. Ülkemizde demokrasi giderek bir seçim metoduna dönüştürülmektedir. Hâlbuki demokrasi sadece seçimlerden ibaret değildir; aynı zamanda yargı ve yargıç bağımsızlığı demektir. Eğer bu iki bağımsızlık çiğnenirse demokratik bir görüntü altında baskıcı bir düzen kurulmuş olur. Hukuk herkese lazımdır. Demokrasi, hukuksuz yaşayamaz. Şimdi vatanseverlik demokrasiye sahip çıkmaktır.

Adalet gün gelecek yargıyı siyasallaştıranlara da lazım olacaktır. Tarih boyunca bu hep böyle olmuştur. Çünkü biz şaşmaz ve değişmez adalet ilkelerine inanıyoruz. Çünkü biz kamu vicdanı denen ve asla yanıltılamayan değerin farkındayız.

Adalet! Evet, adaletten bahsediyorum. Toplumdaki ortak paydalardan en önemlisi olan adalet duygusunu yaraladığınız zaman, yalnızca haksız mahkûmiyetlere yol açmış olmazsınız. Bu ülkenin hukuki geleceğini, bu milletin vicdanını da yaralamış ve kanatmış olursunuz.

Bu kararı ve düşünce özgürlüğü kapsamındaki diğer yanlış kararları kendi çocuklarınıza izah edemezsiniz. Yaşadığımız dünyaya izah edemezsiniz.”

Recep Tayyip Erdoğan

Cumhurbaşkanı

Güzel coğrafyanın güzel insanlarına merhaba diyerek başlıyorum bugün yazıma. İyi dileklerimizle yeni bir yıl geldi, yeni bir bahar geldi, bahar bayramı geldi ama güzel günler gelmedi, gelmiyor. Çinliler kaç yaşındasınız diye sormazmış, kaç bahar karşıladın diye sorarmış. Açıkçası nüfus yaşımın yarısı kadar bile baharı karşılamak kısmet olmadı, bundan sonra da olmayacak gibi görünüyor. İçinde her şeyin olduğu ama aslında hiçbir şeyin anlamlandırılamadığı karanlık ve uzun tünelden geçiyoruz. Dolayısı ile söze nereden başlayıp nerede bitireceğimizi de bilemiyoruz. Olayların nerede başlayıp, nerede biteceğini kestiremiyoruz, kavramlar arasındaki ilişkileri kaybettik, “Allah’ım aklımızı koru” diye dua ediyoruz.

Aslında her şey sağlıklı ilerlese, dingin bir ülkede yaşıyor olsaydık bu yazımda geçtiğimiz yıl bugünlerde yapılan yerel seçimler, ilçemiz bazında seçim öncesinde verilen sözler, seçim sonrasında yaşananlar, belediyemiz ve tabi ki yöneticilerinin geçen süre içerisinde yaptığı icraatlar, eleştiriler, belediyenin hizmet anlayışı hakkındaki düşüncelerimi paylaşacaktım. Lakin kader planı önümüze Türkiye’de yapılan yerel seçimleri ve sonrasında ve özellikle son günlerde ülke genelinde artan şiddette devam eden olayları önümüze getirdi.

Hatırladığım kadarı ile Sayın Süleyman Demirel’e atfedilen “bu ülkede beş saatte çok şey değişir fakat beş yılda hiçbir şey değişmez” sözünü beynimize kazırcasına aynı olayların benzerlerini tekrar yaşıyoruz. Aynı kavramları tartışıyoruz, ama bir türlü aynı duyguları paylaşıp ortak paydalarda buluşamıyoruz. Şahsen aynı şeyleri konuşmaktan, aynı endişeleri yaşamaktan yorulmuş olmakla beraber yine aynı vicdani hassasiyetle ve sorumlulukla elimden geldiğince bu konuları yazmayı uygun gördüm. Tabi nereden başlayıp nerede bitireceğimizi bulabilirsek sizin de keyifle okuyabileceğiniz bir yazı olur belki.

Yerel seçimlerden sonra iki büyük partinin, hatta siyaseten tam ortadan ikiye bölünmüş bir milletin, iki lideri bir araya gelip “yumuşama” sinyalleri vermişti. Bir saatin akrebi ve yelkovanı günler boyunca nasıl ayni tekrarlardan oluşuyor, haftanın günleri aylar yıllar boyunca nasıl aynı tekrarlardan oluşuyorsa ülkemizdeki siyasi ve diğer sosyal olaylarda aynı tekrarlardan oluşuyor. Aklı başında, hayal pilavı ile karın doyurmayan insanlar için bu süreçler çok acı veriyor çünkü bu coğrafyada gerçekler tekrar eden hatalardan oluşuyor, hataların faturasını halk ödüyor. Deprem oluyor aynı acı yaşanıyor, sel oluyor aynı acı yaşanıyor,  yangın oluyor aynı acı yaşanıyor ama sıfır sorumlu, dolayısıyla sıfır çözüm var. Sorumlu olmayınca ders alan da yok, tedbir alan da yok, iyileştirme kaygısı taşıyan da yok. Sorumlu yok çünkü hedefteki makam ve mevkiye gelmek için liyakat değil sadakat ön plana çıkıyor. Sadakat ama kime ve neye sadakat?

İki ay kadar önceki “kasaba siyaseti” yazımda haddim olmayarak ama ihtiyaca binaen genel literatüre dayalı bazı sosyal kavramları açıklamaya çalışmıştım. Son günlerde bu kavramları daha sık duyar hale geldiğimize göre demek ki o zaman aslında isabetli bir iş yapmışız, ama tabi kime ne anlatıyoruz. Çünkü son yaşanan olaylar demokrasi, hukuk, adalet, kanun gibi kavramların sıkça kullandığı ama bu sefer soruşturma, gözaltı, tutuklama, yargılama gibi kavramların da eklendiği daha geniş bir senaryoya evrildi. Geçen hafta ise protestonun bir hak olup olmadığını tartıştık. Daha önce ülkede defalarca protesto çağrısı yapanlar bu sefer o protestolara karşı çıkanları vatan hainliği ile suçladı. Tabi ki yasaları yapma, uygulama ve denetleme gücü, yani yasama, yürütme ve yargı yetkisi son anayasa değişikliği ile tamamen ve kontrolsüz bir şekilde iktidara verildiğine göre protestonun bir hak olup olmadığı kararı da doğal olarak iktidarın arzuları doğrultusunda değerlendirildi. Çünkü aslında Sayın Adalet Bakanımızın da her gün açıkladığı gibi “biz bir hukuk devletiyiz ve yargımız bağımsızdır”, aksi düşünülemez bile.

İşte “kasaba siyaseti” isimli makaleyi yazdığım günlerde başka bir olay daha gündemdeydi. Zafer Partisinin 64 yaşındaki genel başkanı Sayın Prof. Dr. Ümit Özdağ önce gözaltına alınmış sonra tutuklanmıştı. Gözaltı nedeni bildiğim kadarı ile “devlet büyüklerine hakaret” olmasına rağmen tutuklanma nedeni Kayseri’de yaşanan bazı şiddet olaylarını kışkırttığı iddiası ile “halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik etmek” olarak değiştirilmişti. Gençlik yıllarımda çoğu insanın tutuklanma nedeni “anayasal düzeni silah zoru ile değiştirmek” gibi bir nedene bağlanırdı,  O günlerde 12 Eylül ideolojisi baskındı. Demek ki o dönem öncül kutsalımız devletti. Sonraki yıllarda “devlet halkın hizmetkarıdır” ideolojisi baskın olduğu için sanırım öncü kutsal “halk ve halkın tahrik” edilmesi olmuş. Bu aralar çok sık duyduğum diğer bir gözaltı nedeni ise “halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılayan kişi” olma. Yani “halk ve bir kısım halkın dini inancı” en öncelikli hassas değer oluvermiş.  Hukukçuların anlattığına göre ceza infaz yasasında yapılan indirimler nedeni ile bu tür suçların “yatarı” da olmamasına rağmen sanıklar önce gözaltına alınıyor,  ilk duruşmaya çıkıncaya kadar tutuklanıyor, böylece örtülü bir ceza infaz duruma ve adamına göre uygulanıyor.

Sayın Ümit Özdağ olayına yeniden dönelim. Şahsen Zafer Partisine, liderlerine veya politikalarına karşı herhangi bir olumu veya olumsuz görüşüm yok, bazı çıkışlarını yerinde, bazı çıkışlarını aşırı, bazılarını yetersiz veya tutarsız bulabiliyorum. Bunlara rağmen bana göre bu parti yasal bir siyasi partidir ve bir kitleyi temsil etmektedir, saygı duyulmalıdır, demokrasinin elzem bir parçasıdır. Kaçma, delil karartma veya ağır bir suç işlenmesi gibi risklerin olduğu durumlarda tutuklu yargılama haklı bir yöntem olabilir. Fakat isnat edilen suç ciddi delillerle kanıtlanmadığı sürece bu sanığın lehine olmalıdır, toplumsal vicdanı yaralayan keyfiyet izlenimi oluşturabilecek uygulamalardan uzak durmak gerekir. Siyaset kurumu dolayısı ile siyasi partiler halkın iradesini, isteklerini, tercihlerini ortaya koyma fırsatı bulduğu, ülkenin sorunlarına çözüm üreten önemli bir kurumdur. Yasalara uygun şekilde kurulmuş, yasalara uygun olarak işlevini yapan, belli bir kesimden de ciddi destek gören siyasi partiler ve liderleri adil yargılanmalı, gereksiz tutuklamalar ve kapatmalardan kaçınılmalıdır. Ancak bu şekilde gençlerimiz bu partiler içerisinde rol alır ve ülke çözümüne katkıda bulunabilirler.  

Evet, gerektiğinde herkes yargılanmalıdır, ama adil yargılanmalıdır, aksi hukuk devletine yakışmaz. Basından izlediğim kadarı Ümit Hoca’nın tutuklamasından sonra 75 gün geçmesine rağmen yargılama için henüz iddianame bile hazır değildi. Yani suçsuz bulunsa dahi boş yere ceza çekmiş olacak. Eğer bu bilgiler yanlış ise adalet bakanlığımız bir açıklama yaparak doğrusunu anlatmalıdır, eğer milleti yanıltıcı haberler varsa buna karşı uyarmalıdır, ama uygulamada bir haksızlık varsa onu da düzeltmelidir. Eğer bu iddialar doğru ise acilen çözüm üretilmelidir, milletin adalet duygusu ve vicdanında rahatsızlık yaratmanın kimseye faydası olmaz.

Sayın Ümit hoca ile ilgili bu gelişmeler devam ederken Kasım 2024 tarihinden sonra İstanbul’da önce bazı sanatçılar, sonra Ayşe Barım isimli bir menajerin gözaltına alınması dikkat çekti. Efendim Serenay Sarıkaya da dahil birçok ünlü oyuncunun menajeriymiş, dizi piyasasında tekel oluşturduğu için soruşturma açılmış felan derkeeennnn… hooopppp “Gezi Davası’ndan” tutuklanıverdi. Birçoğunuz gibi bu hanımefendinin adını sanını hiç duymamıştım. Üzerinden on yıl gibi uzun bir zaman geçmesine rağmen, üstelikte olaylar sırasında ve sonrasında hiç gündeme gelmeyen, bir ismin gezi olayları nedeni ile tutuklanması şaşırtıcıydı. Demek ki bir şeyler oluyordu ve olmaya devam edecekti. Arkasından bazı ünlü sanatçılar da adliye kapılarında görüntülendi, mesela Serenay SARIKAYA bunlardan biriydi, hakkındaki iddialar gerçekten çok çirkindi ve kanaatimce yargıyı ilgilendiren bir yönü de yoktu, o yüzden her şey tuhaf geliyordu.  Birdenbire başlayan bu gözaltı ve tutuklama süreçlerinde ilginç olan bazı ortak noktalar var. Sistem temelde üç aşamada yürüyor. Öncelikle ana akım medyada bazı kişiler veya kurumlar hedef alınıyor, belgesiz sübjektif ifadeler içeren flaş haberlerle kamuoyunda bir algı oluşturuluyor, kamuoyu vicdanında suçlama ve yargılama yapılıyor.  İkinci adımda ise Ergenekon ve Balyoz gibi kumpas davalarından dolayı halkımızın aşina olduğu bazı gazeteciler ekranlardan ertesi gün gözaltına alınacak ya da tutuklanacak isimleri açıklıyor, hüküm veriliyor. Üçüncü adımda ise bu isimler ya gözaltına alınıp yurt dışı yasağı, ev hapsi veya adli kontrol ile tutuksuz yargılanmak üzere salıveriliyor veya tutuklu yargılanmak üzere cezaevine sevk ediliyor, infaz gerçekleştiriliyor. Gazetecinin işi ekrana çıkıp hava durumu sunar gibi ertesi gün kimlerin tutuklanacağını haber vermek değildir. Bu tür hareketler yargının bağımsızlığına gölge düşüren hareketlerdir.  Önceleri bu olayları kimse anlamlandıramadı ama bahsi geçen gazeteciler gezi olaylarını kast ederek “devlet erteler ama unutmaz” mottosunu da dillendirmeye başlayınca artık olayların gidişatı daha da netleşmiş oldu. Anlaşıldı ki yıllar sonra “Gezi Dosyası” yeniden açılmıştı, yani kadife kesedeki demir yumruk artık ortaya çıkıyordu, artık herkesin merak ettiği birkaç soru vardı: NEDEN ŞİMDİ ve NEREYE KADAR?

Bir ara iş öyle tuhaf boyutlara geldi ki dar gelirliler için önemli bir beslenme noktası haline gelen, önünde kuyrukların oluştuğu Kent Lokantalarında tadım yapan ünlü tadımcı Vedat Milor dahi bu sürece dahil oldu, hakkında soruşturma açıldı. Hatta bir ara bir astrolog “devlet büyüklerine hakaret” kapsamında bir soruşturma sonucu gözaltına alındıktan sonra yargılanmak üzere tutuklandı. Ülkenin sosyo-ekonomik gidişatından rahatsız olduğunu açıklayan işadamları derneği TÜSİAD Başkanı Orhan Turan ve TÜSİAD Yüksek İstişare Kurulu Başkanı Ömer Aras da gözaltında ifadeleri alındıktan sonra mahkemeye çıkarıldı, yurtdışı yasağı konularak tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı. Aynı günlerde bazı gazeteciler de gözaltına alındıktan sonra bir kısmı serbest bırakılıp, bir kısmı tutuklandı; gerekçe İmamoğlu ile ilgili davalarda görev alan bir bilirkişi ile yapılan bir görüşmeyi yayınlamaları idi. Eminim şu an benim aklıma gelmeyen birçok olayı sizler daha iyi biliyorsunuz. Burada amacım tabi ki bir kronolojik liste oluşturmak değil ama birden bire bir düğmeye basılmış gibi başlayan bir soruşturma, sonra gözaltı, tutuklama veya adli kontrol şartı ile tutuksuz yargılamak üzere serbest bırakılma fırtınasını yeniden zihinlerde canlandırmak, hafızayı tazelemek ve kendimize not düşmektir.

Soruşturma, gözaltı ve tutuklama olaylarının gidişatı bir süre sonra İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Ekrem İmamoğlu ve ekibini işaret etmeye başladı. Bir akademisyen ve siyasetçi olan Esenyurt Belediye başkanının önce gözaltına alınması ve sonra bilindik nedenlerle tutuklanması ilk büyük darbe oldu, “heybedeki büyük turp” doğrudan İmamoğlu’nu işaret ediyordu, bu kez operasyonun hedefi doğrudan gösterilmişti.  Artık herkes kesin olarak farkındaydı ki çanlar İBB başkanı Sayın Ekrem İmamoğlu için çalıyordu. Zaten farklı davalardan toplam 25 yıl hapis ve siyaset yasağı ile yargılanan İmamoğlu ilk hamlesini “kendisini milletine emanet ederek” ve illeri ziyaret ederek yaptı.  

İlk tartışmalar İmamoğlu’nun diploması üzerinden başladı ama sonradan anlaşıldı ki kendisi ve ekibi aynı zamanda İBB’de yolsuzluk ve terörün finansmanı gibi suçlardan da soruşturuluyordu. Terör finansmanı demek zaten İBB’ye kayyum atanması anlamına geliyordu. Nitekim 18 Mart tarihinde diploması iptal edilen İmamoğlu 19 Mart tarihinde gözaltına alındı ve beraberinde başka ilçe belediye başkanları, siyasetçiler ve iş insanları ile beraber tutuklandı. Takip eden on gün ülke gerçekten kaotik bir durum yaşadı. Gözaltı sonrası İstanbul Üniversitesinde başlayan öğrenci eylemleri, Saraçhanede gösteriler,  CHP’nin İmamoğlu’nu cumhurbaşkanı adayı göstermesi, İstanbul mitingi, borsa ve döviz piyasalarında hareketlenmeler ve 2 Nisan tarihli boykot ile devam etti.

Belgeler ortaya çıktıkça anlaşıldı ki İmamoğlu ve ekibi belediyelerde yolsuzluktan elde ettikleri kaynaklarla CHP kurultayında delegelere rüşvet dağıtmak ve DEM parti ile kurulan “Kent İttifakı” için kaynak yaratmakla suçlanıyor. Bir yandan İmamoğlu hakkında bu soruşturmalar devam ederken diğer yandan MHP Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli’nin grup toplantısında: “Terörist başının tecridi kaldırılırsa gelsin, TBMM’de DEM Parti Grup Toplantısı’nda konuşsun, terörün tamamen bittiğini ve örgütün lağvedildiğini haykırsın” çağrısı ile başlayan daha sonraları “terörsüz Türkiye” adı verilen süreç yürütülüyor. İmamoğlu’nun yerel seçimlerde ittifak yapmakla suçlandığı siyasi aktörlerin aynı zamanda Terörsüz Türkiye sürecinin de baş aktörleri olması gerçekten çok ilginç bir durum oluşturdu. Anlaşıldığı kadarı ile devletin güvenlik bürokrasisi güneydoğu meselesinde bir çözümün ancak mevcut siyasal iktidarın takdiri ile yapılabileceğine inanıyor. Olumlu sonuçlanabilecek bir çözüm sürecinden gelecek artı değerin bir sonraki seçimlerde sandığa yansıyacak olma ihtimali sanırım önemli bir motivasyon faktörü. Ama bu durum kanunların kişiye özel uygulandığı algısı yaratmıyor mu sizce de?

Devletin ya da iktidarın yürütme faaliyetlerinde işine gelen kanunları uygulama, işine gelmeyenleri uygulamama gibi keyfi bir tavrı veya tutumu olabilir mi? Kanunlar kişiye özel uygulanabilir mi? Olur tabi ama o zaman hukuk devleti olmaz. Devlet işleyişinin yasal dayanağının bulunduğu fakat yönetilenlerin haklarının ihlal edilip edilmediğinin önem arz etmediği bir işleyiş varsa buna siyasal literatürde “kanun devleti” deniyor. Oysa benim bildiğim ülkemizin yıllardır hedefi kanun devleti değil hukuk devletiydi. Hukuk devleti olup Avrupa Birliğine girmeyecek miydik biz? Kanun devletinde yasama, yürütme ve yargı birbiri ile etkileşim içinde, bütünleşerek devleti oluşturacak şekilde ama birbirinden bağımsız olarak faaliyetlerini yürütür. Sizce de olaylar bu şekilde mi gelişiyor?

İmamoğlu’nun diplomasının 18 Mart günü iptal, ertesi gün gözaltına alınarak dört gün boyunca sorgulandıktan sonra tutuklanması ve halk arasında “Silivri” diye namı yürüyen tutukevine gönderilmesi sonrası yaşanan ekonomik ve sosyal olaylar “Yeni Türkiye” sisteminin sancıları olarak karşımıza çıkıyor. Olayların tamamı incelendiğinde devlet, iktidar ve millet arasındaki dengenin bozulduğunu görüyoruz, hatta bazı kanaat önderleri(!) iktidara artık “milli irade” diyerek devletin üzerinde bir anlam yüklüyor. Doğal olarak ilk ve en belirgin sıkıntılar adalet sisteminde ortaya çıkıyor, çünkü artık iktidar adaletin de düzenleyicisi. Burada iş İmamoğlu veya Özdağ gibi siyasi rakiplerin yargılanmasına geldiğinde iktidar tarafından düzenlenen ve denetlenen bir adalet sisteminin tarafsız olmasını beklemek saflık olmaz mı?

Evet, özelikle kamu görevi gören, halkın kör kuruşunu harcayan herkes gerektiğinde yargılanmalıdır ve kimse yargıdan muaf olmamalıdır. Ama kimse de cumhurbaşkanlığı sistemi sonucu fiilen ortaya çıkan güçler birliği şemsiyesi altında saklanmamalıdır ya da bu sınırsız gücü siyasi rakipleri veya onların taraftarları üzerine boca etmemelidir. Bir toplumda vicdan giderse ahlak gider, ahlak giderse adalet gider, adalet giderse kalkınma ve huzur yok olur. Elinizde bol miktarda kanun olabilir, ama bu kanunların uygulanması sırasında halkta adalet duygusunun zedelendiği görüntüler ortaya çıkmamalıdır. Devlet milletin talepleri ve iktidarın gücü arasındaki dengeyi adaletle sağlamalıdır. Örneğin; İmamoğlu’nun 30 yıl önce verilen diplomasının iptali örneğin eski bir bakanın kızının Amerika Birleşik Devletlerindeki bir üniversitenin biyoloji bölümünden Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesine şaibeli geçişini akıllara getirdi.  Bu konuda yapılan şikâyetler ve yapılan incelemeler sonucunda geçişin usulsüz olduğu ama zaman aşımı nedeni ile diplomasının iptal edilmediği şeklinde açıklamalar yapıldı. Tabi iki durumu kıyaslayanlar burada adaletin tarafsızlığı konusunda şüpheye düştüler, kim düşmez ki?

İmamoğlu ile beraber gözaltına alınan ve tutuklanan diğer siyasiler ve iş insanları ile ilgili tartışmalar daha önce ortaya atılmış fakat soruşturma dahi açılmamış benzer yolsuzluk iddialarını gündeme getirdi. Üstelik muhalefet partileri soruşturma dosyasında kesin delil sayılabilecek hiçbir belgenin olmadığını, çoğu suçlamanın gizli tanıkların “duymuştum, düşünmüştüm” gibi sübjektif ifadelerine dayandığını iddia ediyorlar. Artık internet var ve isteyen herkes gözaltındaki ifade tutanaklarına ulaşabiliyor. Tutanaklarda ismi geçen kişiler, mekanlar, olaylar hakkında da bilgiye ulaşmak internet sayesinde artık çok kolay. Tavsiye ederim ki herkes okusun. Zaten muhalefetin “yargılamalar TRT’den yayınlansın” talebi bu konuda kendilerinden çok emin havası da verdi doğrusu.   İktidara göre tanıklığına başvurulan gizli tanıklar muhalefet partisinin kendi içinden, ama işte gizli oldukları için bunu doğrulamak mümkün değil, çok aşırı gizemli ve ifadeleri de aşırı sübjektif doğrusu, aslında tutanakları okuyunca neden gizli olduklarını anlamak da mümkün değil. Hal böyle olunca doğal olarak tartışmalar da bu soruşturmaların şeklen ve içerik olarak Ergenekon ve Balyoz kumpas davalarına olan benzerlikleri üzerine yoğunlaştı. Bildiğiniz gibi o davalarda da bir takım çok gizli tanıklar vardı ve zamanla bunlar ortaya saçıldı. Mesela bu ülkenin genelkurmay başkanı PKK’lı Şemdin Sakık’ın gizli tanıklığı ile terör örgütü lideri ilan edilmişti, koskoca generalin rütbeleri alınmış cezaevine atılmıştı. O dönemi hepimiz hatırlıyoruz değil mi? Bugün televizyon ekranlarında boy gösteren bazı gazeteciler de ne hikmetse o günlerde de çıkıp ertesi gün gözaltına alınacak veya tutuklanacak kişileri ifşa ediyordu, asılsız ihbarlarla TSK’nın kozmik odasına girilmişti.

Tüm bunlara ilaveten iktidara yakın bazı kamu görevlileri hakkındaki benzer iddialara daha önce adalet mekanizmasının ilgisiz kalması da halk nezdinde ayrı bir soru işareti oluşturdu, tarafsızlığa gölge düşürdü. Amacın yolsuzluk veya terör bağlantılarını ortaya çıkarmak değil İmamoğlu’nun önünü kesmek ve cumhurbaşkanlığı adaylığını engellemek olarak algılandı.  Madem gizli tanıkların ifadesi ile soruşturma açılabiliyorsa haklarında ciddi iddialar olduğu için cumhurbaşkanı tarafından görevden alınan ve hatta kendi partisi içinde bazı önemli isimleri dahi rahatsız eden belediye başkanları, bakanlar ve bürokratlar hakkında neden hiçbir soruşturma yok soruları gündeme geldi. Sayın Cumhurbaşkanı elbette ki sağlam bir takım gerekçelerle bu görevden almaları gerçekleştirmiş olmalıydı. Elbette geçmişte birtakım yolsuzluk iddialarının üzerine gidilmemiş olması bugün de gidilmesin diye bir talebi haklı kılmaz. Fakat bu tür soruşturmalar “bizden olmayana zulüm” mantığıyla da yapılmamalıdır, soruşturma her dürüst kamu görevlisinin aklanma yoludur, fakat muhatabın elini kolunu bağlayıp, savunma hakkını engelleyerek yapılan yanlışlar halk vicdanında asla kabul görmez.

Halk oylaması sonucu 2018 yılında uygulamaya başlanan cumhurbaşkanlığı sisteminin ülkemize demokrasi, halkımıza refah getireceği iddia edilmişti. Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminde başbakanlık makamı kalktı, bakanlar birer bürokrat haline geldi, bakanlar kurulunun meclisten güvenoyu alması şartı kaldırıldı, bu şekilde yürütmenin başı haline gelen cumhurbaşkanının yetkileri artırılmış oldu. Cumhurbaşkanı yürütmenin başı olarak birçok kritik devlet kurumunun yöneticisini doğrudan atama yetkisine de sahip oldu. Cumhurbaşkanı Diyanet işleri başkanından TRT genel müdürüne, TÜİK başkanından Merkez Bankası başkanına, Sayıştay Başsavcısından valilere, TMSF başkanından YÖK başkanı ve üyelerine SGK başkanından Adli Tıp Kurumu başkanına onlarca kurum yöneticisini atayabiliyor, görevden alabiliyor. Amaç devletin hızlı ve etkin çalışması, eşgüdümün artırılması. Cumhurbaşkanı aynı zamanda Hakimler ve Savcılar Kurumunun üyelerinin atanmasında da en önemli role sahip otorite haline geldi. Cumhurbaşkanı kurulun 13 üyesinden dört tanesini doğrudan atarken aynı zamanda adalet bakanı ve yardımcısını da atayarak toplamda altı üyeyi doğrudan kendisi belirlemiş oluyor. Geriye kalan üyeler ise TBMM tarafından belirleniyor, Cumhurbaşkanı seçilmek için %50+1 oy almak gerektiğine göre seçimlerde Cumhurbaşkanını destekleyen parti milletvekilleri de tabi ki aynı doğrultuda HSK üyesi seçecektir. Yani mevcut hâkimler ve savcıların atanması denetlenmesi, soruşturulması gibi önemli işlevi yürüten HSK cumhurbaşkanının temayülüne dayalı bir icraat yapacak şekilde düzenlenmiş oluyor.  Cumhurbaşkanı aynı zamanda siyasi parti genel başkanı olabildiği için doğal olarak aynı zamanda yasamaya da egemen oluyor. Yani Cumhurbaşkanı hükümetin, yargının ve yasamanın denetimini elinde bulunduruyor, yani tam bir güçler birliği var. Amaç devletin refleksini hızlandırmak, daha hızlı kalkınmak, refah artırmak, peki öyle olmuş mu? Tek dil, tek bayrak, tek devlet, tek millet derken “tek irade” sistemi mi kurulmuş yoksa?

Halk oylaması sonucu 2018 yılında uygulamaya başlanan cumhurbaşkanlığı sisteminin ülkemize demokrasi halkımıza refah getireceği iddia edilmişti. Geriye doğru gidip baktığımızda cumhurbaşkanlığı başkanlık sistemi için halk oylamasının yapıldığı 2017 yılından bugüne Türk Lirası yaklaşık olarak 10 kat değer kaybetmiş, yıllık enflasyon oranları o tarihe göre 3-4 kat artmış, yıllık vadeli mevduat faiz oranları enflasyonla orantılı olarak ortalama 3-4 kat artmış. Akaryakıt fiyatları keza TL’de değer kaybına bağlı 10 kat artmış. Özellikle gelir dağılımında çok büyük dengesizlikler ortaya çıkmış durumda. He ne kadar AVM’ler tıklım, tıklım dense da buralarda boy gösteren kesimin mutlu azınlık olduğu herkesin malumu. Ekonomik göstergelere göre yıllık ödenen faiz borçlanılan anaparayı geçmiş durumda, asıl soru yıllık %50’lere varan bu faiz kaymağını kimler yiyor? İşte lüks AVM’lerde gezenler onlar. Elde ettiğim veriler 2025 yılı için 1.5 trilyon TL civarında faiz ödeneceği, önümüzdeki yıl bu rakamın 2 trilyon TL olacağı yönünde. Yeni Türkiye de denilen sistemin halkoylamasının yapıldığı 2017 yılında toplanan vergilerin %10’u faize giderken bugün bu rakam %17’ye çıkmış. Ekonomik göstergeler bu şekilde, yani faiz artık ekonomide en büyük kalem haline gelmiş durumda.  Devletin eğitim, sağlık, güvenlik gibi hizmetlerinde yaşanan değişimlere ilişkin tartışmalara girmiyorum bile. Peki, ekonomi bu haldeyken sosyal olaylar normal seyrinde işleyebilir mi? Devlet-millet-iktidar ilişkileri demokratik kuralları içinde gidebilir mi? İşler yolunda gitmezse iktidar egemenliğini nasıl devam ettirebilir?

Devlet aslen iktidar ve millet arasındaki ilişkileri düzenler, iktidarın keyif uygulamalarının önüne set çeker, milletin de iktidara karşı güven duymasını sağlar. Bu ilişkiler sağlıklı yürürse demokrasi de sağlıklı yürür.

Özellikle gençlerimiz başta olmak üzere halkımız “hak, hukuk ve adalet” diyor. İnsanlar gelecekleri için ciddi bir yarış içinde çalışıyorlar, ciddi ekonomik sıkıntılara göğüs geriyorlar, sabredin deniyor, sabrediyorlar, hak ettikleri huzur ve refahı kendi ülkelerinde yaşamak, kendi insanlarına hizmet etmek istiyorlar. Gerektiğinde insani haklarını, anayasal haklarını kullanmak ve anlaşılmak istiyorlar. Hukuk devleti istiyorlar. Halkımız evrensel hukuk kurallarının hayata geçirilmesini, seçme ve seçilme hakkına müdahale hissini yaşatabilecek uygulamalardan kaçınılmasını, demokrasinin tüm kurumları ile işletilmesini istiyor. Devlette akıl, bilim, vicdan ve liyakat istiyor, savurganlık istemiyor. Yani halkımız insanca yaşamak istiyor. Bu istekler karşısında ya kafanızı kuma gömer, televizyon ekranlarında pembe masallar anlatırsınız ki masal karın doyurmaz, ya da halka kulak verir ne talep ediliyorsa onu yaparsınız.

Saygılarımla

Etiketler :
Kategori :
GenelaGündemaSiyaset

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir