“Oysa korkacak hiçbir şey yoktu, her şey naylondandı o kadar, Ve ölünce beş on bin ölüyorduk, güneşe karşı“
Turgut Uyar
Ülkemizin yaşadığı, dünyanın en büyük toplumsal afetlerinden biri olan Kahramanmaraş ve Hatay başta olmak üzere 10 kentimizde ülkenin 15 milyon insanını yakından, ama 85 milyonu derinden etkileyen, ardı ardına gelen ve artçıları halen devam eden depremin yıkıcı etkilerine hazırlıksız yakalandık.
Enkaz altında kalanların tamamına yakınını bulup çıkaramadık ama yaralıların, aç açık kalanların, tüm depremzedelerin yaşamda kalmasını ve tüm temel ihtiyaçlarını karşılamak konusundaki dayanışmamız bize insan olduğumuzu hatırlatıyor.
Keşke bilimin ışığında uzmanları dinleseydik, daha hazırlıklı olsaydık, daha hızlı davransaydık,
keşke bütün bunlardan önce yıkılan binaları yaparken, bugünler düşünülseydi. Keşke, keşke, keşkeler bitmiyor….
Tabi bütün bunlar olup biterken sorgulamaya başladığımız konular da değişmeye derinleşmeye başladı. Her birimiz, işimiz, eğitimimiz hangi alanda olursa olsun, inşaata dair her şeyi konuşur araştırır olduk. Hele ki İzmir gibi 1. derecede deprem bölgesi olan kentimizde.
Artık hepimiz biliyoruz ki;
Bu depremde yıkılan, ağır hasarlanan binaları yapan İnşaat/müteahhitlik şirketlerinin, karlılığı yükseltebilmek için, sermaye devir hızını artırmak ve değişmeyen sermaye maliyetlerini minimize etmek için, yaptıkları konutlara dair deprem araştırması, zemin etüdü, malzeme testleri, betonla demirin kaynaşması için oluklu demir kullanmak, kolon ve kiriş bağlantılarını demirle sarmak gibi en temel ve yaşamsal şeyleri bile atlamak ya da hileli olarak yapmış görünmenin ötesinde, en ucuz ve dolayısıyla en kalitesiz ve dayanıksız malzemeleri kullanmayı, eğitimsiz-yetersiz işgücünü kullanmayı da çok iyi bilirler.
Kuşkusuz bu azami hız, azami tasarruf, azami kar zinciri, niteliksiz betondan hurda demir üreticilerine kadar gider. Müteahhitler karlılığını yükselttiği ya da koruduğu ölçüde, üretim ve malzemelerdeki boşluk, ihlal ve hilelerinin ne üretici ne de tüketici emekçi kitlelerin sağlığı ve can güvenliği üzerindeki yıkıcı etkilerini umursamaz.
Bu büyük mekânsal ve toplumsal yıkım sonrasında, kitlelerin kendi sorunlarına elbirliğiyle sahip çıkması ve bunun ortaya çıkardığı büyük sinerji ve yapılabilirlikler umut veriyor.
Şimdiden resmi ölüm istatistiklerinin 40 binleri bulduğu, gerçek ölüm rakamları için tahminlerin daha çok olduğu koşullarda “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” diyebiliriz.
Ama kısa, orta ve uzun vadedeki kaçınılmaz etkilerinin ne ve nasıl olacağını belirleyecek olan dayanışmamız ve güç birliğimiz olacaktır.
Bu depremlerin devlet üzerindeki “yükü” hepimize pay edilecek ek vergi ve yükümlülüklerle bu yükü paylaşacağız. Ancak depremzedeleri pasif “yardım”a bağlamak, deprem bölgesini ve deprem yıkımına uğrayanları marjinalize etmek, “sığıntılaştırmak” ve düzeni yeniden tesis etmek ne kadar mümkün olabilir ki?
Elbette hep birlikte yaşarsak göreceğiz; yıkımının “maliyet yükünü” minimize etme, faturasını da yine kitlelere kesme, “krizi fırsata çevirme” taktik ve stratejileri de devrede olacaktır.
Bir an önce bitirilmeye çalışılan arama-kurtarma çalışmalarından sonra, bir yandan da “yağmacılıkla acımasız mücadele” sürdürülecektir.
Dün olduğu gibi bugün de devlet, kurumları ve kaynakları ile uğraş verirken, bir yandan hem yıkımın maddi-mali “yükünü” ve kendi yapmadığı/yapamadığı “depremzede kitleler içinde organizasyon” faaliyetini, kendi omuzundan kaldırıp aracı sivil kurum ve örgütler üzerine kaydırmak ister. Diğer yandan bunları “kontrol” sorunu vardır.
Deprem bölgesindeki üst ve orta gelir seviyesindeki insanların ve kısmen vasıflı işgücünü oluşturan kesim başka yerlere göç etmeye başladı. Bölgedeki toplam nüfusun neredeyse yarısının göç etmesi bekleniyor. İzmir de bu göçten payına düşeni almaya başladı. İzmir’e yaklaşık 1.000.000 nüfusun ekleneceğini tahmin ediliyor.
Bunun kente olan artılarını ve eksilerini hep birlikte yaşayarak göreceğiz. Daha bugünden yollar ve sadece kent merkezi değil kent çeperlerinin de kalabalıklaşmaya başladığını hissedebiliyoruz.
Deprem bölgesinden göçmek zorunda kalan milyonlarca kişi, diğer illerdeki akrabalarının, tanıdıklarının, dayanışmacıların yanında kendilerini (kendilerine öyle davranılmasa bile) çok geçmeden “sığıntı ve yük” olarak hissedecek, iş aramak zorunda kalacak; sermayeye görece vasıflı ama ucuz, en az birkaç milyonluk bir yedek emek gücü ordusu daha sunacak; ücretler daha da aşağıya bastırılacak. Bir çok yerde depremzedelerin işe alınması, şirketlere hem yeni “insan hakları” reklamı olanağı verecek, hem de sömürü değil “yardımseverlik” mahiyetinde görünecek/gösterilecektir. Bugün deprem nedeni ile göç eden insanlarımız geldiğinde, kenti her alanda sürdürülebilir kılmak için daha dayanışmacı ve bütünleştirici çalışmalar ve sosyal projeler yapılması gereği ortaya çıkmaktadır. Yerel yönetimlere bu anlamda çok iş düşmektedir.
Evet yıkım ve travma korkunçtur, ama travmaya karşı mücadelenin en etkin yolu, depremzedelerin “sığıntılaştırılması” bakış ve politikalarına karşı, etkin dayanışmaya ihtiyacımız var.