İlk işim Roman mahallesine bir sanat okulu açmak olurdu. O çocukların dans ve müzik yetenekleri yadsınamaz. O çocukların hayatı böyle mi devam edecek? Yazın çiçek satmak için kilometrelerce yürü, güzel çiçek bul, bir de satabilmek için neredeyse yalvar! Bu böyle olmak zorunda mı? Ya da sesi çok iyi olan veya çok iyi keman çalan bir çocuk neden sadece düğünlerde çalmak zorunda? Hemen gelsin bir tane keman hocası, çocuğu olabilecek en iyi yere yerleştirsin, büyütsün, şarkı çıkarttırsın…. Niye kimse düşünmüyor? O mahallelerden çıkıp da iş adamı olmak kolay mı?
Birkaç ay kadar önce bir aileyle tanıştım. Bize çiçek sattıklarını söylediler. Kısa bir süre sonra gördük ki meğer dilencilermiş. Orada, burada yatıyorlar. 8-12 yaş aralığında üç tane çocuk var. En büyük çocuk kız, o kadar da güzel ki. Çuvalları var içine eşyalarını koydukları. Geçen o çuvalı karıştırırken içinden kolumuz kırıldığı zaman taktıkları kol askısı çıktı. Diyor ki “Ben kolumu kırmayı çok seviyorum. Bak gör bu cuma yine kıracağım. O zaman daha çok çiçek alıyorlar.”
Tabi kolunu falan kıracağı yok, numara. Ama o çocuğun ailesinin yanlış yolla kazandığı paraya bu şekilde bir numarayla destek vermek istemesi onun suçu değil. Kim bilir belki onun anne ve babasının annesi babası da dilencidir. Ki öyle bir de babaanneleri var. Onlara bu öğretilmiş. Okuma yazma da bilmiyorlar, doğru düzgün toplama çıkarma da. Şu anda yaptıklarının ne olduğunu, gururu ve emek vererek para kazanmanın ne anlam ifade ettiğini de bilmiyorlar. Bir şekilde para kazanıyorlar. Kolaylarına da geliyor tabii. Gider yok, gelir çok…
Şimdi bir de şu açıdan bakalım: bu çocuklar büyüdü 16- 17 yaşına geldi (Çünkü aşağı yukarı o zamana kadar kendi iradelerini kullanmayı bilmiyorlar.) ve dedi ki ben artık böyle bir şey yapmak istemiyorum. Zaten 16-17 yaşına kadar doğru düzgün okumamış. Okuma yazması yok. E mesleği de yok. Çevre civardaki aşağı yukarı herkes de biliyor onların dilenci olduğunu. Kim onlara iş verecek? Kim onların çalmayacağına güvenecek? O çocukların yapacak bir şeyi kalmayacak. Ya aynı “işe” devam edecekler ya da öyle bir cesur olacaklar ki bambaşka bir memlekette bambaşka kıyafetlerle tekrar hayata başlayabilsinler.
İkinci işim senelerdir boş duran İskelede’ ki tekel depolarını canlandırmak olurdu. O depolar neden senelerdir boş. Kimsenin mi aklına gelmemiş şurayı da bir şey yapalım demek. Eskiden kullanıldığı gibi millet üretsin, belediye – kooperatif pazarlasın. Ürünler her yere satılsın. Kendi markamızı oluşturalım. Belediye bir tane e-ticaret bilen insanı işe alsın. O da belediye adına maaş + komisyon karşılığında çalışsın. İnsanların ürünleri yabana gitmesin, halk üretime teşvik edilsin.
Üçüncüsü! Hele o palmiyeler… Palmiyeler ne alaka. Urla’nın dikilebilecek her yerine palmiye dikiliyor. Tamam biraz batı özentiliği var şu dönemde ama ağacına da mı yani? Bizim ılgınımız var, iğdemiz var, çamımız var… Seneler önce Bülent Baratalı zamanında Ağaçlı Yoldaki ağaçları dedemler dikmiş. Demek o dönem özentilik bu kadar hat safhada değilmiş.
Dördüncüsü o yollar! Sanırsın hendeklerle çevrili! İki üç metrede bir lakaya giriyorsun. Her sene bir daha kazdırıyorsun. Halkın kullanımına birkaç aylığına kapatıyorsun. Sözde halka hizmet ediyorsun. Ben daha görmedim o yolların düzgün olduğunu. Hiç yapılmamış hali daha iyidir. Hatta son günlerde tam İskele Sağlık Ocağı’nın oralara bir kasis yapılmış. Gelen giden uçuyor.
Beşincisi o küçük adacıklar… Pınarlı, Uzun Ada, Eşek Adası…Oralar o kadar güzel ki. Biraz masraf edilse yerli Maldivler orası olur. İskele sahilinden tekneler kaldıracaksın saatte bir 15-20 kişi gidebilecek bir seferde. Oraya da şezlong ve duş koyacaksın. Bir tane de Urit. Hatta ben olsam başka kafeleri de halka kiralarım ne kadar geniş bir pazar o kadar kalabalık. Sadece bir adadan bile belediye adına o kadar büyük kar edilir ki. Saatte bir teknenin yeteceğini de sanmam. Ama!
Altıncısı aynı zamanda çok da önemlisi. Karantina Adası. Karantina Adası nasıl halka kapalı olabilir? Çocukluğumun hastanesi, kimimizin doğum yeri, kimimizin en yakınlarını kaybettiği o müthiş doğa harikası yer Urla’nın göz bebeği nasıl halka kapalı olabilir? Orası bizim, halkın. Kim nasıl halka kapatabilir? Hiç de zor olmadı. Borusu öten, düdüğü çaldı. Kimse de kardeşim siz ne yapıyorsunuz demedi. Muhtemelen ben de diyemezdim. Yani demem bir şey ifade etmezdi. Bizden çaldıkları tek şey bu değil.
Daha bir sürü şey var yazabileceğim aktiviteler, açık hava sinemaları, gençler için masa tenisi, bilardo salonları ama uzun lafın kısası:
Bunlar ne Devletçi, ne Halkçı, ne Milliyetçi, ne Laik, ne Cumhuriyetçi ne de İnkılapçılar.
Ben yirmi yaşında sinema okuyan, hobileri olan, biraz esnaflık bilen bir gençten başka bir şey değilim. Muhalif olma gibi bir amacım da yok. Tek isteğim halkın halk olarak değer görmesi ve tahtta milletin oturmasıdır.
Çünkü bu devlet “Türkiye” milletle birlikte kuruldu. Meclis milleti temsil etti. Ve henüz savaş bitmemişken kuruldu. Kurtuluş savaşının son savaşı Büyük Taarruz tüm eksikliklere rağmen kazanamazlar denmesine rağmen büyük bir zaferle sonuçlandı. Tam 101 yıl önce. Büyük önder Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları olan Atalarıma sonsuz teşekkür ediyorum. Torunları olmaktan onur duyuyorum. Yaptıklarınıza minnettarız. Ama eminim ki hiçbiriniz ülke bu hale gelsin diye kolunuzu, bacağınızı, çocuğunuzu, yıllarınızı feda etmediniz.
Sizin kazandırdığınız fabrikaları bizi kurtardıklarınıza sattığımız için, buna göz yumduğumuz ses çıkartmadığımız için özür dileriz.
30 Ağustos Zafer Bayramımız Kutlu olsun! Bugün tatil değil bayram. Sabah erken kalkalım törene yetişelim ve en azından bayramımıza sahip çıkalım. Umarım artık sadece 1922’deki zaferi değil her sene Türkiye’ye yeni kattığımız değerlerin de Zafer Bayramını kutlarız. Sevgiler.