Yusuf Baratalı yazdı;
İçerde
Haberin var mı taş duvar?
Demir kapı, kör pencere,
Yastığım, ranzam, zincirim,
Uğruna ölümlere gidip geldiğim,
Zulamdaki mahzun resim,
Haberin var mi?
Görüşmecim, yeşil soğan göndermiş,
Karanfil kokuyor cıgaram
Dağlarına bahar gelmiş memleketimin…
Ahmed ARİF
Günlerden pazar, martın ikisi. Sabah bilgisayardan gelen mesajları kontrol ederken Urla Haber Yayın Kurulu Grubu’ndan sevgili Mustafa abinin çok nazik bir üslupla yazılmış üstü kapalı uyarı içeren yazıların teslimi ile ilgili mesajını okuyup, diğer yazı işlerini hallettikten sonra geçtim yine klavyenin başına.
Evet günlerden Martın ikisi. Ahmed Arif’in her seferinde hayranlıkla okuduğum dizelerindeki duru ifadesiyle ‘Dağlarına bahar gelmiş memleketimin.’ Son günlerde MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin açtığı yoldan ilerleyen yeni bir süreç başladı. Geçmişte yaşanan deneyimler nedeniyle sürece isim koyulamadı gibi görünüyor. Bu kadim toprakların üzerinde bin yıllardır yaşayan halkların onurlu, ahlaklı bir toplumsal sözleşme etrafında birleşerek barış içinde yaşamaları tabii ki her yurttaşı mutlu edecektir. Ancak bu yapılırken 40 yılı aşkın süredir kangren haline gelmiş acıların, evladını eşini kaybetmiş insanların da hassasiyetlerini göz önünden ayırmamak gerekir diye düşünüyorum. İnşallah bu süreç sadece anayasa değişikliğinin halk oyuna gitmeden yapılmasını sağlayacak bir yolun açılımı değil toplumsal uzlaşının temeli olur. Ancak siyasal iktidarın geçmişteki tutarsız uygulamaları bu konuda tereddüt sahibi olmamızın haklı gerekçelerini oluşturmaktadır. Umarım bu da iktidarın havuç politikasından farklı bir yola hizmet eder.
Mart ayı geçmişte yaşanan tarihsel vak’alar nedeniyle önemli bir ay. İşin içine biraz da espri katacak olursak annem ve ben bu ay doğmuşuz. En sevdiğimiz ay bu nedenle Mart. Bu hayatta fedakarlığın, kendi hayatını ailesi ve yakını olanlara adamanın bir fotoğrafını çekin deselerdi oraya direkt olarak Asuman Baratalı’nın fotoğrafını yerleştirirdim. İyi ki doğmuşsun, iyi ki varsın.
1 Mart 2003 Türkiye’nin yakın tarihi için adeta bir milattır. Alman hayranı Enver Paşa’nın Alman imparatorluğu ile imzaladığı gizli anlaşma sonucu Alman imparatorluğuna ait Goeben ve Breslaw zırhlılarına Osmanlı bayrağı çekilmiş, bu gemilerin Çanakkale ve İstanbul boğazlarını geçerek Karadeniz’e girmeleri ve Rusya’nın Sivastopol limanını bombalamaları sonucu Osmanlı Devleti Birinci Dünya Savaşı’na girmiş ve savaş öncesi 3 kıtada toprak sahibi olan devlet onursuz Sevr Antlaşması ile İç Anadolu’da bir kaç vilayeti ancak kapsayacak bir yüz ölçümüne düşürülmüştür.
Manastır Askeri İdadisi’nde eğitimine devam ederken ‘Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini,yok mudur kurtaracak bahtı kara kaderini’ diye haykıran Vatan Şairi Namık Kemal’in dizelerinden çok etkilenen Gazi Mustafa Kemal bu okuldaki arkadaşlarıyla kurduğu Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’nin toplantılarında ‘Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini, bulunur elbet kurtaracak bahtı kara maderini’ haykırışıyla adeta daha o günlerden ulusal kurtuluş savaşının stratejisini kurmaya başlamıştır.
Ulusal Kurtuluş Savaşı sonunda imzalanan onurlu barış Lozan Antlaşması ile Misak-ı Milli sınırları korunmuş ve AKP iktidarı tarafından terkedilmiş vatan toprağı olan Süleyman Şah Türbesinin bulunduğu topraklar anavatana kazandırılmıştır. Ölümünden kısa bir süre önce bugün hala çevremizdeki denizlerde ve boğazlarda bayrak göstermemize neden olan Montrö Boğazlar Antlaşması imzalanmış ve Şahsi Mes’elemdir dediği Hatay anavatan topraklarına katılmıştır.
Bu uzun girizgahtan sonra yazının asıl konusu olan 1 Mart 2003 tarihli Irak’a Türk Silahlı Kuvvetleriyle Amerikan Silahlı Kuvvetlerinin intikalini öngören tezkereye ve yine 1 Mart öncesinde yapılmış olan 6 Şubat 2003 tarihli Irak’la ilgili, Irak’a yapılacak olan askerî harekât öncesinde Amerikan askerlerinin Türkiye’ye gelerek Amerikan istihkâm birliklerinin bu savaş hazırlığını yapmaya yönelik olarak ön hazırlık yapmasına ilişkin tezkere konusunu hatırlatmak gerekiyor.
Cumhuriyet tarihinde önemli kırılma noktaları vardır. Bunlardan ilki 1964 yılındaki Johnson Mektubudur. Kıbrıs’ta Rumların Türklere karşı girişmiş olduğu katliamlara karşı Türkiye’nin bir silahlı harekât, askerî harekât düşünmesi üzerine, Amerika Başkanı Johnson’un dönemin Başbakanı İsmet İnönü’ye yazdığı “Bizim verdiğimiz silahları kullanamazsınız” şeklindeki mektubu, birinci kırılma noktasıdır.
İkinci kırılma noktası, 1974 yılındaki Kıbrıs Barış Harekâtı’dır. Yine bu harekâttan sonra uygulanan ambargo daha doğrusu, kırılma noktasıdır.
Üçüncü kırılma noktası, 1 Mart 2003 tarihli, Türkiye Büyük Millet Meclisinin tezkereye ilişkin kararıdır.
Dördüncü kırılma noktası da bu tezkereden sonra, 4 Temmuz 2003 tarihinde, Irak’ta Süleymaniye’de Türk askerinin başına Amerikan askerleri tarafından çuval geçirilmesi hadisesidir.
Bu tarihten sonra da bir çok önemli olay yaşanmıştır. Ancak bunların çok büyük bölümü 1 Mart tezkeresinin reddi ile ilgilidir.
1 Mart tezkeresi öncesinde Recep Tayyip Erdoğan Türkiye Cumhuriyeti’ni henüz temsil sıfatına sahip değilken Beyaz Saray’a davet edilmiştir. O dönemde Başbakan Abdullah Gül’dür. Recep Tayyip Erdoğan ise AKP genel başkanıdır ve henüz millet vekili değildir. Recep Tayyip Erdoğan Beyaz Saraydaki, içeriği bilinmeyen ve tutanak tutulmadığı ifade edilen görüşmesi sonrası Türkiye’ye döndüğünde bir tezkere gündeme gelmiştir. Bu tezkere ile 62 bin Amerikan askerinin Türkiye’ye gelerek bunun 23 bininin Türkiye’de konuşlanması, 37 bin küsurluk kısmının da Türk Silahlı Kuvvetlerinin 31 bin kişilik askeriyle birlikte Irak’a girmesi amaçlanıyordu. Amerika Türkiye üzerinden Irak’a bir savaş açıyordu. Ve Türkiye’de bu savaşın bir aparatı haline getirilmek isteniyordu.
Tezkere öncesi CHP’nin önde gelen diplomat ve hukukçu milletvekilleri AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan ile görüşmüşler, Recep Tayyip Erdoğan’ın kendilerini ikna çabalarına karşı kendisine ‘Tezkere süresi dolduğunda Amerika askerlerini çekmezse ne yapacaksınız?’ Sorusuna ‘Bilmiyorum’ cevabını vermiştir. Türk hükümetinin o dönemde ABD’den istediği 90 milyar dolara karşı ABD 4 milyar dolar vermeyi kabul etmiş ve bu haber uluslararası basında ülke haysiyetimize saldırırcasına ’at pazarlığı’ başlıklarıyla yayımlanmıştır.
Tezkerenin içeriği TBMM’den, gereği, kapsamı, sınırı ve zamanı Anayasanın 117’nci maddesine göre millî güvenliğin sağlanmasından ve Silahlı Kuvvetlerin yurt savunmasına hazırlanmasından Yüce Meclise karşı sorumlu bulunan hükûmet tarafından belirlenecek şekilde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Kuzey Irak’a gönderilmesine; etkili bir caydırıcılığın sürdürülmesi amacıyla Kuzey Irak’ta bulunacak bu kuvvetlerin gerektiğinde belirlenecek esaslar dairesinde kullanılmasına ve muhtemel bir askeri harekat çerçevesinde yabancı silahlı kuvvetlere mensup hava unsurlarının Türk hava sahasını Türk makamları tarafından belirlenecek esaslara ve kurallara göre kullanmaları için gerekli düzenlemelerin Hükümet tarafından yapılmasına, Anayasanın 92’nci maddesi uyarınca 6 ay süreyle izin verilmesi istenmesidir.[1]
Tezkerede, en fazla 62 bin yabancı askerî personelin 6 ay süreyle Türkiye’de bulunması öngörülüyordu. Yabancı kuvvetlerin hava unsurları 255 uçak ve 65 helikopteri aşamayacaktı. Yani ABD Türkiye’ye yerleştireceği, sayısı ileriki aşamalarda 250.000’e varabilecek ve ne zaman çıkacakları sadece ABD’nin kararına bağlı orta ölçekli bir ordu ile adeta önce Türkiye’yi sonrasında Irak’ı işgal edecekti.
Dönemin Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Sayın Deniz Baykal “Türkiye’nin şerefini yüceltecek olanlar, Türkiye’yi bu savaşa sokanlar değil, Türkiye’nin bu savaşa girmesine ‘Hayır.’ diyenler olacaktır. O günkü oturumda o tezkereye ‘Hayır.’ diyenler Türkiye’nin onurunu yükseltmişlerdir.”
“Hükûmet o gün Washington’a ehlisünnet bir sakalla gitmiştir, Amerikan tıraşıyla dönmüştür. Bakalım, bugün bu Amerikan tıraşı devam ediyor mu, etmiyor mu göreceğiz. ‘’ Şeklindeki beyanatlarıyla tezkere ile ilgili tepki ve görüşlerini kamuoyu ile paylaşmıştır.
CHP Genel Sekreteri Önder Sav yaptığı etkileyici konuşma ile tezkereye karşı çıkmış ve ABD gemileri için düşman gemileri ifadelerini kullanmıştır. Yapılan oylamada 264 kabul, 250 ret, 19 çekimser oy kullanılmıştır. Anayasa gereği aranan 267 salt çoğunluğa ulaşılamadığı için TBMM Başkanı Bülent Arınç tarafından tezkerenin red edildiği açıklanmıştır.
Ulusal Kurtuluş Savaşını yapan orduya ismini veren Türkiye Büyük Millet Meclisi 79 yıllık tarihinde sonuçları açısından belki de en önemli 3 belgeden birini red ederek ‘Gazi’ unvanının yanına bir de ‘Kahraman’ unvanını eklemiştir. Sınırlarının ne olacağı, nerede başlayıp nerede ve ne zaman sona ereceği belli olmayan bir savaşa ülkemizin girmesine engel olan kahraman Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin onurlu ve vatanperver (Bu sözcüğü benim dağarcığıma katan sevgili dostuma ayrıca teşekkür ederim) 22.Dönem Milletvekillerini saygıyla selamlıyor, dönemin CHP Genel başkanı Sayın Deniz Baykal ve sonsuzluğa uğurlanan tüm vatanperver milletvekillerinin aziz hatıraları önünde saygıyla eğiliyorum, hayatta olanlara şükranlarımı sunuyorum. Bu tezkereye hayır oyu vermiş CHP İzmir Milletvekili Bülent Baratalı’nın oğlu olmayı ve bu soyadını taşımayı kendim için bir onur kaynağı olarak gördüğümü de açıklamanın bir gerek olduğunu düşünüyorum.
Sonuç olarak CHP ve TBMM’deki vatanperver milletvekillerinin olağan üstü çabaları sonucu bir teslimiyet belgesi olan tezkere reddedilmiştir. Bu tezkerenin reddi ile ülke adı konulmamış bir işgalden kurtarılmıştır. ABD Graham Fuller’in ve CIA’nın ortak projesi olan Genişletilmiş Orta Doğu ya da AKP Genel Başkanı’nın onurlu eş başkanı olduğunu övünerek ifade ettiği Büyük Orta Doğu Projesi’ni uygulamakta Türkiye’yi bir basamak olarak kullanma olanağından mahrum kalmıştır. Irak’ın işgali ABD’ye hem uzun süreye hem de çok ciddi bir ekonomik maliyete neden olmuştur. Ancak bu işgalde hayatını kaydeden masum insanların kanı Türkiye Cumhuriyeti’ne bulaşmamıştır.
Tezkerenin reddi ile ülkenin güneydoğusunda adı konulmamış bir işgalin önüne geçilmiş, metropoller ve büyükşehirlerde her gün bombalı ve silahlı saldırılarda masum vatandaşlarımızın hayatını kaybetmesine engel olunmuştur. Ülke belki de sayısı milyonlara varacak sığınmacı ve kimliklerini gizleyerek girecek olan teröristlerin adeta işgalinden kurtulmuştur. Tezkerenin süresinin bitiminde ABD’nin silahlı güçlerini olası bir geri çekmemesi halinde yaşanabilecek uluslararası ve çok boyutlu bir krizin önüne geçilmiştir. Böyle bir geri çekilmeme durumunda ya savaş ilan edilecektir ya da onursuzca bir işgale boyun eğilecektir.
Çok hazzettiğim bir siyasi lider olamasa da Franklin Roosvelt’e atfedilen ‘Ayakta ölmek diz çökerek yaşamaktan iyidir.’ sözü adeta işgal tezkeresini reddeden TBMM’yi tanımlanmak için söylenmiştir. Bu sözü söyleyen kişinin de dünyadaki en büyük emperyalist gücün başkanlığını yapmış olması da ayrı bir tezat. Ben bu sözü söyleyeninden ayrı olarak buraya almış olayım. Bu sözün İspanyol şair Lorca’ya ait olduğu şeklinde zihnimde kalmış olan yanlış bilgiyi de bu yazı sayesinde düzeltmiş oldum. Ama yine de bu söz Roosvelt’dense Lorca’ya yakışırdı. 1 Mart
Tezkeresi’ni reddeden TBMM’de bulunan milletvekillerinin neredeyse % 90’ı bir sonraki dönemde tasfiye olunmuş, arkasından isimli davalar şeklinde adlandırılan Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk ve Fuhuş Davaları ile Türk Ordusu yeniden bugün FETÖ denilen yapı ile ele ele şekillendirilmeye çalışılmış, yapılan 2010 anayasa değişikliği ile siyasal iktidarın kendi deyimiyle FETÖ yargıya egemen olmuş, ülkenin önceki genel kurmay başkanı sanık, terörist itirafçı ve şikayetçi olmuş ve sonrasında ilerleyen süreç 15 temmuz hain darbe girişimine kadar ilerlemiştir. Cumhuriyetin son iki kalesinden biri olan kahraman Türk Ordu’suna yargı aracılığıyla, diğer kale olan Cumhuriyet Halk Partisi’ne de bel altı yöntemlerle müdahale edilerek toplumsal muhalefet ve ordu sindirilmeye çalışılmıştır.
O zaman bu bölümü de Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün özgürlük üzerine söylediği şu özlü vecize ile tamamlayalım.
‘Özgürlükten doğan bunalımlar ne kadar büyük olursa olsun, hiçbir zaman fazla baskının sağladığı sahte güvenlikten daha tehlikeli değildir.’ Mustafa Kemal Atatürk – 1930
Yazımızın ikinci bölümünde, Mustafa abinin sabrını zorlayarak,8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü ile ilgili bir şeyler söylemek isterim.
8 Mart günü 1857 yılında Amerika’da 40.000 tekstil işçisi kadının daha iyi yaşam koşulları için hak mücadelesi yaptıkları sırada 120 eylemci kadının üzerine fabrika kapıları kapatıldıktan sonra çıkan yangında hayatlarını kaybettikleri gündür. Aslında 8 Mart günü bir kutlama değil bir yas ve anma günü olarak başlamıştır.
26-27 Ağustos 1910 tarihinde Danimarka’nın Kopenhag kentinde toplanan 2. (Sosyalist) Enternasyonal’e bağlı Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı’nda Almanya Sosyal Demokrat Partisi delegeleri Clara Zetkin, Kate Duncker ve arkadaşları bundan böyle her yıl bir “Kadınlar Günü” düzenlenmesi önerisini getirdi ve öneri oybirliğiyle kabul edildi.[4] İlk yıllarda belirli bir tarih saptanmamıştı. İlerleyen yıllarda Rusya’da Çarlığa son veren 1917 Şubat Devrimi’nin Gregoryen takvime göre 8 Mart günü kadınların protesto eylemleri ve grevleri ile başlamıştır. Kadın Türk toplumunda her zaman değer verilen, hak ve sorumluluk sahibi olarak kabul gören bir kişidir. Orta Asya Türkleri’nden gelen hanım sözcüğü o evin reisinin kadın olduğunu ifade etmektedir. Anadolu kadını, Türk kadını her zaman fedakar ve sorumluluk sahibi olmuştur. Osmanlı zamanında kocasını yıllar süren savaşlara göndermiş, kocası ya savaşta ölüş ve başında ağıt yakacağı bir mezarı bile olmamış ya da sakat ya da hasta bir şekilde savaştan dönerek ayrıca bakıma muhtaç olmuştur. Kadın bu dönemde toprağını ekmiş, hasatını kaldırmış, çocuklarına hem analık hem babalık yapmış hem de şerefini ve namusunu silaha sarılarak korumak zorunda kalmıştır.
Namus sözcüğünün sadece kadını temsil ettiğine inanılan bu coğrafya da erkek olarak yaşamak zor olsa da kadınların karşılaştıkları zorluklarla kıyaslamak olanaklı değildir.
2021’de 280 kadın cinayeti, 217 şüpheli ölüm vakası, 2022’de 334 kadın cinayeti, 245 şüpheli ölüm, 2023’te 315 kadın cinayeti, 248 şüpheli ölüm gerçekleşmiştir. 2024 yılında 394 kadın cinayeti ve 258 şüpheli kadın ölümü gerçekleşmiştir. Bu sayı veri tutulmaya başlandığından bu yana ulaşılan en yüksek sayıdır.
2008-2018 yılları arasında gerçekleşen kadın cinayetlerinden 1260 cinayet vakasını inceleyen bir araştırma; kadın cinayetlerinde failler listesinin en başında öldürülen kadının kocasının aldığını gösterir (623). İkinci sırada sevgililer tarafından işlenen cinayetler (160), üçüncü sırada eski koca cinayetleri (94) yer alır. Dördüncü sırada yer alan “tanıdık biri tarafından işlenen cinayetler” (88), hırsızlık ve tecavüz vakaları ile gerçekleşmektedir. Ardından sırasıyla akraba cinayetleri (49), kardeşi tarafından öldürülme (48), oğlu tarafından öldürülme (48), babası tarafından öldürülme (38), yabancı biri tarafından öldürülme (18) gelmektedir. Yani 1260 cinayetin neredeyse % 90’ı evin içinden ya da çok yakınından biri tarafından işlenmektedir.
2019 yılında öldürülen kadınların ise 134’ü evli olduğu eşi tarafından, 51’i birlikte olduğu erkek tarafından, 29’u akrabası tarafından, 25’i eskiden evli olduğu erkek tarafından, 25’i oğlu, komşusu, çocuğuyla aynı okulda veli olan kişi gibi tanıdığı kişiler tarafından, 8’i eskiden birlikte olduğu erkek tarafından, 19’u tanıdık, 15’i babası, 13’ü kardeşi, 3’ü de tanımadığı kişiler tarafından öldürülmüştür.
KCDP’nin(Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu) 2023 Yıllık Veri Raporu’na göre de kadın cinayetlerinin %41’inde fail kadının evli olduğu, erkek, %14’ünde kadının birlikte olduğu erkek, %11’inde bir tanıdık, %9’unda eskiden evli olduğu erkek, %6’sında oğlu, %6’sında akrabası, %5’inde eskiden birlikte olduğu erkek, %3 baba, %3 kadının kardeşidir.2024 yılında Türkiye’de öldürülen kadınların neredeyse tamamı (%97,5), tanıdıkları erkekler tarafından öldürülmüştür. Kadın cinayetlerinin faili olarak ilk sırada %42 ile yine evli olduğu erkek yer almaktadır. Yani yeryüzünde yaşamın devam etmesi için birbirine muhtaç iki cinsiyetten birine dahil olan erkekler olmazlarsa olmayacakları kadınları vahşi öldürmekteler. Ve bu cinayetlerin gerekçesi ne olursa olsun haklı hiç bir tarafı olmayacak.
Umuyorum ki TBMM’de kadın hakları ile ilgili komisyonun başına bir erkek değil de (Hulki Cevizoğlu) bu kör şiddete karşı yaşam hakkını haykırabilecek bir kadın başkanlık yapar.
Umuyorum ki ‘Dünya yüzünde gördüğümüz her şey kadının eseridir.’ sözünü Gazi Mustafa Kemal gibi içselleştirerek söyleyebilecek liderlere sahip oluruz.
Ahmed Arif ile başladık büyük usta Nazım Hikmet ve geleneksel ağıtlarımız ile bitirelim. Güzel bir şiir belki de boş bir özürün yavanlığını ortadan kaldırır. Bir sonraki yazıda buluşmak dileğiyle.
Toprak öyle bitip tükenmez, /dağlar öyle uzakta,
sanki gidenler hiçbir zaman
hiçbir menzile erişemeyecekti.
Kağnılar yürüyordu yekpare meşaleden tekerlekleriyle
Ve onlar
ayın altında dönen ilk tekerlekti.
Ayın altında öküzler
başka ve çok küçük bir dünyadan gelmişler gibi
ufacık kısacıktılar
ve pırıltılar vardı hasta kırık boynuzlarında
ve ayakları altından akan
toprak,
toprak,
ve topraktı.
Gece aydınlık ve sıcak
ve kağnılarda tahta yataklarında
oyu mavi humbaralar çırılçıplaktı.
Ve kadınlar birbirlerinden gizleyerek
bakıyorlardı ayın altında
geçmiş kafilelerden kalan öküz ve tekerlek ölülerine.
Ve kadınlar
bizim kadınlarımız:
korkunç ve mübarek elleri
ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
anamız, avradımız, yarimiz
ve sanki hiç yaşanmamış gibi ölen
ve soframızdaki yeri
öküzümüzden sonra gelen
ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız
ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki
ve kara sabana koşulan ve ağıllarda
ışıltısında yere saplı bıçakların
oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan kadınlar,
bizim kadınlarımız
şimdi ayın altında
kağnıların ve hartuçların peşinde
harman yerine kehriban başlı sap çeker gibi
aynı yürek ferahlığı,
aynı yorgun alışkanlık içindeydiler.
Ve onbeşlik şaraplenin çeliğinde
ince boyunlu çocuklar uyuyordu.
Ve ayın altında kağnılar
yürüyordu Akşehir üzerinden Afyon’a doğru NAZIM HİKMET
Kuvva-i Milliye Destanı’ndan
Asker Asker derler bir küçük uşak
Beline bağlamış palaska kuşak
Siz de talim olun bizler ağlaşak
O Yemen yoluna giden gelir mi
Akşam oldu günler niye aşmıyor
Deli gönül bildiğinden şaşmıyor
Doldurdum badeyi verdim eline
Sar-askeri kahır eylemiş içmiyor
Kırkımızı bir odaya koydular
Üstümüzü başımızı soydular
Kırkımızı kırk gâvura verdiler
Yetiş Kemal Paşa çar sende
Koğuşun önünde çift pınar akar
Anam ağlar babam yollara bakar
Ser-tabip duyar da koğuşu yıkar kaldı
Emriniz ne diye geldik albayım……