İçimizden biri: Feryal Bekdik

Yazar :

Kendimi hep Urlalı olarak hissettim

Cumhuriyetimizin 100. yılı onuruna bol sayfalı bir gazete yapmaya karar verince, uzun zamandır ertelediğim bir projeyi de hayata geçirme fırsatı yakaladım.

Urlamızda yetişen ancak bir nedenle ilçemiz dışında yaşayan hemşehrilerimizi hatırlatmak istiyordum. Onların yaşam hikayelerinin gerek arkadaş ve dostları gerekse yeni hemşehrilerimizce ilgiyle okunacağı düşüncesindeydim.

Bu hedefle, telefon numarasına bile sahip olmadığım Feryal ablamın sosyal medya hesabından bir mesaj yollayıp, talebimi ilettim. Birkaç dakika sonra memnuniyetle karşıladığını belirten mesajı düştü.

Çok sevindim, düşünsenize; 40-50 yıl öncesinin anıları canlanacak, Urlamızın unutulmaz hakimlerinden rahmetli Adnan Başçı büyüğümüzü, Sabire annemizi, Tülay kardeşimizi anacaktık, sevgili Feryal ablamın kaleminden…

Öyle de oldu… Yayına hazırlamak için okurken, adeta o günlere gittim…

İşte karşınızda Feryal (Başçı) Bekdik’in kendi cümleleriyle hayatı ve Urla’nın eskileri…

1955 Viranşehir doğumluyum. Her memur çocuğu gibi babanın tayini nedeniyle şehir değiştikçe okulunu, yaşadığın çevreyi her şeyi değiştiriyorsun. Bugün şehir ve ev değişikliğine hemen adapte olmamı buna bağlarım.

1964 yılında Urla’ya geldik. Yerleşeceğimiz bir ev bulamadık. Şimdi Lisenin olduğu yerde bağ evleri vardı. Onlardan birinde bir hafta kaldık. Daha sonra dere boyunda, alt katında nalbant dükkanı olan bir evde oturduk. Evin mimarisi bugün bile aklımda, laz mimarisi ile tanışmam böyle oldu diye düşünüyorum.

Eve yakın olduğu için Osman Bey İlkokuluna kaydoldum, İlkokul 3. Sınıfı orada tamamladım.

Sonbahara doğru hükümetin karşısında ki Muammer Aysun’ların evine taşındık. Bahçeli o zamanın şartlarına göre düzgün bir evdi. Hükümetin bahçesi oyun alanımızdı. Evin yanındaki Şehit Kemal İlkokulu’na gidiyordum. O güne kadar sokakta oynamama izin verilmeyen ben, bol arkadaşlı, geniş oyun alanlı bu yaşamdan çok hoşnut kalmıştım. O günlerde arkadaş olduğum Gündüz ve ablası Jale ile hatta küçük kardeşleri Gürbüz ile hala arkadaşım. 

İlkokulu bitirdiğim sene evden taşınmak zorunda kaldık. Bu defa Yıldız Park’ına yakın Nihat Özbesler’lerin evinin üst katına taşındık. Burası mahalle kültürünü tattığım, komşuluğu dibine kadar yaşadığım bir ev oldu. Hala kapı önünde içilen çayların, edilen sohbetlerin özlemini çekerim. Ortaokul ve liseye bu evden gidip geldim ve üniversiteye gidene kadar da bu evde oturduk. Ben Ankara’ya üniversitede okumaya giderken, kardeşim de Bornova Anadolu Lisesi’ni (O zamanlar Maarif Koleji) kazanınca İzmir’e taşındık.

Ortaokul yıllarında tiyatro ile ilgilendim. Yıl sonu müsamerelerinde rol aldım. Lise yıllarında okulumuza beden eğitimi öğretmeni olarak gelen Hikmet Dikmen sayesinde basketbol ile tanıştım. Lise yıllarımın en güzel aktivitesi basketbol oldu.

Üniversite yıllarımda ise hem basketbol hem de tiyatro ile uğraştım. Bana spor, matematik ve kitap okuma sevgisini Urla Lisesi’ndeki hocalarım aşılamışlardır. Urla o zamanlar öğretmenler için ‘Depo’ tayin yeriydi. İzmir’e tayin olmak isteyen öğretmenler önce Urla’ya gönderilirlerdi. Biz de bu sayede yeni mezun, taze bilgili idealist öğretmenler tarafından yetiştirildik. Bazen de öğretmen olmadığından kimya dersine eczacının, biyoloji dersine veterinerin girdiği olurdu.

O yıllarda üniversiteye girmek zordu. Hele ODTÜ’ye girmek bir hayaldi. Ben dershaneye gitmeden, test kitabı çözmeden, lisede ne öğrendiysem o bilgilerle ODTÜ’yü kazandım. Ankara, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Mühendislik Fakültesi İnşaat Mühendisliği Bölümü mezunuyum. Okul bittiği sene de evlenerek İzmir’e yerleştim.

Okul yıllarında Karayollarında staj yaparken şantiye ile tanıştım. Sahne tozunu yutan tiyatroyu nasıl bırakamazsa, şantiye tozunu da bir kez yutan bir daha iflah olmuyor galiba.

Şantiye, işin doğrusu söylemek gerekirse erkekler dünyası. Kadının kendine bu dünyada yer açması, kendini kabul ettirmesi diğer iş alanlarına göre zorlu bir çaba gerektiriyor. Şantiyecilikte sadece iş üretilmiyor, kişisel dertlere çözüm bulunuyor, gece gündüz bir gerilla savaşı verircesine her an sinirler gergin, zamana karşı yarışılıyor, hava şartları ile mücadele ediliyor, gününde malzemenin gelmesi sağlanıyor, bu arada da para geldi, para gitti konusu başınızdan hiç eksik olmuyor.

Tüm bu hengamenin ortasına düşmeye gönüllü olduktan sonra kadın olmuşun erkek olmuşun fark etmiyor. Bu şartlarda gösterilebilecek tüm insani davranışlar sergileniyor. Kızınca küfrediliyor. Bağrış çağrış eksik olmuyor. İşin güzel yanı iş bittikten sonra bağrışın çağrışın hesabının tutulmadığı görülüyor. Kırılma yok, gücenme yok. Her şey o an için yaşanıyor ve bitiyor. Bana göre başarının sırrı işi sevmekte yatıyor. Kadın olmuş erkek olmuş, emeğini ortaya koyan, işini ve insanını seven herkes için şantiyede yer vardır. Ben yalnız yurt içinde değil yurt dışında da çalıştım. En ilginç anılarımın olduğu yerler ise Sibirya ve Afganistan oldu.

Yoğun iş temposu içinde kendim için fırsatlar yaratmayı ihmal etmedim. Dans kurslarına katıldım, üniversite yıllarından beri dostluğumun devam ettiği okulun folklor topluluğu ile halen çalıp, söyleyip, oynamaya devam ediyorum. Tenis oynamayı öğrendim ve de en sevdiğim aktivite olan tüplü dalışa devam ediyorum.

Gezmeyi çok seviyorum. Şimdiye dek gezdiğim ülke sayısı elliye vardı. Gezdiğim ülkelerde tuttuğum notları yazıya döküyorum. Hatta bu notların bir kısmını “Gün Olur Alır Başımı Giderim” adıyla kitap olarak bastırdım ve gelirini o yıllarda başkanlığını yaptığım ODTÜ Ege Mezunlar Derneği burs fonuna bağışladım.

Son yıllarda Kadın Basketbol Dayanışma Derneği’nin kurucu ve aktif üyesi olarak çalışıyorum. Geçen yıl Ankara’da 12-14 yaş kız çocukları için basketbol şenliği yaptık.

Bir oğlum var. O da ODTÜ-İnşaat Bölümünden mezun oldu. Gönlünü Danimarkalı bir hanım kıza kaptırdı ve evlenerek Danimarka’ya yerleşti. Bu evlilik sayesinde biri erkek ikizi kız olmak üzere üç torun sahibi bir babaanne oldum.

Bana “Hemşerim memleket neresi?” diye sorulduğunda “Dünyalıyım” diyorum. “İlle bir memleket söylemek gerekirse de kendimi Urlalı sayarım” diye devam ediyorum. Halen lise arkadaşlarım ile görüşüyorum, onlarla birlikte olmaktan çok keyif alıyorum. Urla’ya gittiğimde İsmail Kızılhan’ı arıyorum. Park kahvesinde oturup geleni gideni seyretmek, tanıdıkların gelip yanımıza oturması çok hoşuma gidiyor. Küçük yerlerin dedikodusu boldur. Herkes birbirini tanır. Kahvede otururken gelenin geçenin dedikodusu hala yapılıyor. Tanımadık biri geçtiğinde ise “O buradan değil” deyip es geçiliyor. Dışardan gelenler ile ev ve  nüfus artsa da Urla hala küçük bir kasaba.

Tüm can dostlarımın nasıl bir hayatın içinden geldiğini biliyorum. Mübadelenin acılarını yaşamış, dünyanın en çileli üretimi olan tütünü işlemiş emekçi insanların kasabası Urla.  Yeni gelenler, tütün tarlaları üzerine inşa edilmiş evlerinde bunları biliyor mu acaba?

Comments

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir